
Sene 2020 Diyarbakır.
Dağ Kapıdayım, Diyarbekir’e gelmeyeli uzun zaman olmuştu. Çok merak ediyorum! Neler değişmiş diye...
Eski Öğretmen Okulu’nun yeri Kızılay binası ve Askeri lojmanlar eklenerek muhteşem bir çok katlı otoparka dönüştürülmüş. Camiinden, kilisesine... Alışveriş merkezinden sinemasına kadar, insanın başını döndürecek güzellikte, ışıl ışıl ve olağanüstü...
Bir an otoparka aracımı bırakmaya geldiğimi unuttum. Farkında olmadan koridorlarda gezinmeye başladığımı fark ettim...
1998 senesinde, sözüm ona gelecek günlere atıfta bulunarak, yukarıdaki satırları yazmaya başlamıştım, şimdi ise sene 2025 yani 2020 yıllarını hayal edişimin üzerinden, tam 27 yıl geçmiş.
Şimdilerde, yarım kalan bu yazımın daha giriş satırlarında belirttiğim şeyler aynen olmasa da, şehir tamamen değişmiş. Özellikle Sur İçi tahmin edilemez bir şekle bürünmüş, hatta dünyanın görülmesi ve gezilmesi gereken turistik güzergâhların başında yer almaya başlamış.
O kadar çok mistik ögeyi bünyesinde barındırıyor ki, bu kadar çeşitlilik ve birikimin bir arada olduğu ikinci bir şehir düşünemiyorum.
İnsanlığın Nuh Tufanı’yla yeryüzüne yayıldığı ilk mekânlar olmasının yanı sıra, makamlarından vazgeçtim, çok sayıda peygamber kabrini bünyesinde barındırması da ayrı bir zenginlik...
Yapılan kazılar ve yer değiştirmelerle birçok peygamberin kabri ile karşılaşırız.
Bilinen 27 medeniyetin geçtiği ve hepsinin de şehir hayatına katkıda bulunarak çok değerli eserler bıraktığı görülmektedir.
Bütün bu eserlere ve izlere, yörede aşınmaya son derece dayanıklı volkanik bazalt taşlarda rastlamaktayız. Hâkim medeniyetler, adeta taşları dile getirmiş, onlar vasıtasıyla tarihi konuşturmuşlardı. Bugün bile taşların dile geldiği belde olarak bilinir. Bu kadar çok kitabe ile, olayları bu kadar ayrıntılı nakleden ikinci bir kitabeler şehrine rastlayamazsınız. Öyle ki insanları bugüne kadar hep okumuş, yazmış. Hatta Osmanlı zamanında en çok okur yazar bulunan iller sıralamasında ilk il olmuştur. Böylece çok değerli bilim insanları, ozanlar ve sayılamayacak kadar zanaat erbapları yetişmiştir.
Yedi Uyurlar’ın bulunduğu mübarek mağara, Lice’de Dakyanus harabelerine karşı ve tam da Kur’an-ı Kerim’de anlatıldığı gibi duruyor. Orada yaşayanlar, çocuklarına Kıtmir gibi isimler takmaktan imtina etmiyordu.
Son zamanlarda Mardin yolunda yüksekçe bir dağın başında kurulmuş Mitra Tapınağı, Hristiyanlarca kutsal kabul edilen birçok sembol ve mekânı izleyicilerine sunuyor.
Saymakla bitmeyen değerlerden biri de, bugün bile insanlara parmak ısırtan, ilham kaynağı olan Cizreli Ebü’l-İz’dir. (Cezeri veya Ebü’l-İz el-Cezeri namıyla da bilinir.)
Surlarla çevrili olan, kuş bakışı olarak tam bir kalkan balığını andıran şehir, kendi sayfiyesini kendi içinde yaratmış. Bunca sıcak havaya rağmen, hemen yakınındaki Karacadağ’a veya Hazar Gölü’ne gitmeyip, yanı başında türkülere de konu olan Dicle Nehri etrafına inmiş, burada Hevsel Bahçeleri’ni huğlarla donatarak, dünya cenneti gibi bir yerde değişik kuş ve bitki türleriyle bir arada yaşamışlardır.
Dünyada çekirdeği de yenebilen tek şeftali türü (Kum Malı Şeftalisi), kocaman ve irice bir havuç gibi göbeği olan, insanın ellerini yağa boyayan marullarımız ve daha birçok özel sebzeler, meyveler bu bahçelerde yetişirdi.
Şimdilerde yok olan Ben û Sen Bahçeleri ise, büyüklerimiz tarafından anlatmakla bitirilemezdi.
Günümüzde dünya mirası kapsamına alınan Hevsel Bahçeleri, surların dibine paralel, doyumsuz bir turla, seyrede ede gezerek, Diyarbakır’ın fethedildiği Dicle Kapısı’na kadar gitmek mümkün olmuş.
İç Kale dediğimiz yer, adeta bir müzeler cennetine dönmüş. Burada Kent Müzesi, Atatürk Müzesi, Özgürlük Müzesi, aynı zamanda bir sergi salonu olarak kullanılan çift kubbeli İç Kale Kilisesi’ni ve doyumsuz manzarasıyla Dicle’nin karşı kıyısında, üniversite ve Fetih Tepesi’nde yapılan Fetih Camii’ni görmek mümkündür.
Doyumsuz manzara deyince aklıma geldi; zamanında üzüm bağlarıyla meşhur olan şehrimizin bir de içki fabrikası vardı. Fabrika artıklarını döktüğü için, Haram Su adıyla anılan bir dere, hemen İç Kale’nin yan tarafında şelale oluşturarak akmaktaydı. Bu şelalenin altındaki mağarada (Fis Kaya Mağarası) Yunus Peygamber’in yedi yıl kaldığı ve o sırada şehri yöneten Amlak kızlarına surları yapmayı öğrettiği söylenir.
Yine bazı kaynaklarda, Moğolların efsanevi lideri Cengiz Han her yeri fethederken taş üstünde taş bırakmayıp yıktığı, ama Kurşunlu Camii’nin kıblesinde kaybolmuş bir türbeyi bularak bunu ihya ettiği söylenir. Rivayet odur ki, burası Yunus Nebi’nin kabridir.
Fis Kayası’nda birçok aşamadan geçen, eskiden Ziya Gökalp Lisesi ve şimdi de Ticaret Odası olarak hizmet veren tarihi bina bulunmaktadır. Bunun şehir tarafında ise, şimdilerde yok olan görkemli bir saat kulesi bulunmaktaydı.
Yine devlet yatırımı olarak, Sümerbank tarafından açılmış Şayak (kumaş) fabrikası vardı ve günümüzde nefes almak için bir müze ve park haline getirilmiştir.
Özellikle Sur içinde akıllara durgunluk veren birçok özellik bulunmaktaydı. O zamanlar hemen her evde bulunan kuyular bu işi mesken edinmiş kişilerce paklanır (temizlenir) ve su daima hepsinde aynı yükseklikte bulunurdu. Bu kuyulardan çekilen sularla, güneşli günlerde ikindi vakti avlular yıkanır, avludaki havuz suyu devamlı yenilenir, buz gibi Hamravat suyuna soğusun diye karpuzlar bırakılırdı.
Şimdilerde bu tarihi evler birer restaurant, cafe, kültür evi ve müze gibi kullanılıyor. Turistler sokaklarında farklı dillerin ritmine kapılmış dans ediyorlardı.
On Gözlü’den mutlu geleceğe verilen mesajlar, Allah tarafından kabul edileceğine inanarak Dicle’nin narin nazenin sularına mesaj olarak atılıyordu.
Müzik insanları cazibesine katarken, bir yandan insanları Allah’ın evine çağıran ezanları ve bir yandan da kilise çanlarını duydukça, bu kadim şehirde güneşe tapanların da (Şemsiler) yaşadığını hatırlatıyordu.
Dicle Nehri’nin akarken çıkardığı coşkun sesler adeta buna şahitlik ediyordu.
Tarihinin taşlara yazıldığı bu kent anlatmakla bitmez, semalarında barış güvercinleri uçurulan bu şehri mutlaka görmeniz gerekmektedir.
Bir şiirimde söylediğim gibi, artık kan ve gözyaşıyla anılma zamanını gerilerde bırakmak lazım.
BAKIN BU DA DİYARBEKİRLİ!
BİLMEM NEDEN ADINI HEP KANLA YAZARLAR
SOKAKLARINDAN OLUK OLUK KAN AKITIRLAR
SEVGİ YERİNE TÜRKÜLERİ KAN KOKUTURLAR
SENDEN SORULMAZ MI OLURKEN TÜM BUNLAR
KİME KAN BORCUN VARDI DA ÖDETİYORLAR
ŞİMDİ KİMLER VEKÂLETİNİ KULLANIYORLAR
KARBEYAZ GÜVERCİNLERİN DEĞİL Mİ ONLAR
SEMALARINDA BARIŞ SANCAĞI UÇURANLAR
BULUTLARIN SEVGİ YAĞDIRMAZ MI SABAHLAR
SEVGİ KOKMAZ MI BAHÇENDE URUM DUTLAR
YAĞA BOYAMAZ MI ELİNİ, GÖBEKLİ MARULLAR
NERDE O GÖZLER, HEVSEL’İN YEŞİLİYLE BAKAR
EŞBAH SOFRALARINDA EN MEDENÎ HİTAPLAR
GÖNÜLLER HÂLÂ AÇTIR, DOYSA DA KARINLAR
SAKIZ GİBİ AK GÖMLEĞİNDE, SEÇKİN MİRASLAR
BEĞLER, PAŞALAR DİVANI GİBİ ASALET KOKAR
DERLER Kİ BİR GÜN, BİR HIRSIZ YAKALAMIŞLAR
FİZAN’DA, BİR UĞURSUZ İSFAHAN’DA KOVALAR
KOLCULAR, KATİL FİRARDA, FAİLİNİ ARARLAR
FİNK ATIYOR OYUN BOZANLAR, PİSKOPATLAR
BAKIN BU DA DİYARBEKİRLİDİR… DER TUTARLAR
YERDEN YERE VURURLAR, HA VURURLAR
SALLARLAR KOCA ÇINARIN BELİNE BALTALAR
ADI ÇIKMIŞ BİR KEZ, HEMŞEHRİME GÖKLER AĞLAR
BAKIN BU DA DİYARBEKİRLİDİR DER… TUTARLAR
TUTARLAR, SAĞDAN SOLA ATARLAR… VURURLAR
HA, VURURLAR, GENE VURURLAR… YETER ARTIK
BEN DE ŞEHİR ÇOCUĞUYUM DER, BEN DE İNSANIM
Bir başka makalemde görüşmek üzere sağ ve esen kalın. Ama Diyarbakır’ı mutlaka görün…
Uzm. Ecz. İbrahim Yavuz / Tillo Eczanesi