TATİLDEYİM

Her yaz tatilinde olduğu gibi, bu yaz da Babamın bizi Tillo’ya götüreceğini duydum, içim içime sığmıyordu. Artık zaman geçmek bilmiyor, Sürekli zamanla yarışıyor ve ben hep ona galip geliyordum, asla beni geçemiyor, hep geride kalıyordu, oysa bir an önce vaktin geçmesini istiyordum. Babam oğlum telaşa gerek yok, diyordu.

-Bir gün zamanın ne kadar hızlı aktığını fark edecek ve bundan şikayet bile edeceksin. Dese de bunun anlamını pek düşünecek durumda değildim. Hayallerim hep Tillo’nun sokaklarında dolaşıyor, çocukça oyunları, açık havada oynamanın doyumsuz tadını yaşıyordum.
Oyunlarımız Diyarbakır da dar sokaklarda, paket taşların üstünde veya avlu da oynayabileceğimiz bir kaç oyunla sınırlıydı, Ancak toprak bir zemin bulunca, hazine bulmuş insanlar gibi oluyorduk. Çiyar çar, lepik, ğar, çelik çomak, sor peynir ve Birdir birden tutun, Uzun eşeğe kadar daha pek çok oyunu oynayabiliyoruk. Zaten otomobillerin giremediği bu ara sokaklarda hava o kadar temizdi ki, Küççelerde (Sokaklarda) kaldığımız sürece sorun yoktu, ciğerlerimiz adeta Bayram ediyordu.

Diyarbakır büyük bir Şehir ve caddeleri otomobillerle doluydu, Tillo’da ise hiç araba yoktu, yer gök bizimdi, oyna oynayabildiğin kadar…
Nihayet beklediğim gün geldi, Babam bir fayton tutmuş, kapının önünde bekliyordu. Tillo ya götüreceğimiz hediye babında eşyaları taşıyor, bir yandan da bizim binebileceğimiz kadar yer bırakmaya çalışarak Faytona yüklüyordu.

Bana Babamın yeni aldığı bir kuzucuk vardı, onu kendime alıştırmam zor olmamıştı, nereye gitsem, arkamdan koşturuyor, komik komik zıplayarak şaklabanlık yapıyordu. Biraz ot ve taze nohut destesi gibi sevdiği bitkilerle onu arkamdan çağırıyor, Beee bee. Diyerek gezdiriyordum. Öyle bir hale gelmişti ki artık onunla arkadaş gibi olmuştuk. Ondan gizlice uzaklaşıyor, beni kaybettiğini anlayınca panik içinde koşturmasına bakıp kahkahalarla gülüyorduk, her an benimleydi, suyunu, yemini ihmal etmiyordum, ama bir insan yavrusu olarak onu çok mu koşturuyordum, bilemiyordum. Vücudunu örten bembeyaz tüylerin arasında, gözleri sürme çekilmiş gibi, kapkaranlık bir çerçevenin tam ortasındaydı. Tam bir oyun makinası olmuştu…

Onu da yanımda getirmiştim Babamdan Faytonda ona da yer bırakmasını istediğimde,
-Olurmu oğlum? Onu komşumuza bırakacağız, onlar da biz dönene kadar, Kuzuna güzelce bakarlar. Deyince neye uğradığımı şaşırdım. Bunu beklemiyordum, oysa orada geniş otlaklarda ne güzel koşturacaktı…

Sürme gözlümden ayrılmam çok zor olmuştu, komşumuzun oğlu Nihat ona iyi bakacağını, merak etmemem gerektiğini ısrarla söyleyince, gözlerim arkada kalarak faytona binmiştim. Faytoncu amca kırbacını şaklatarak, Ben, Babam ve Annemin yolculuğunu başlatmıştı. Fayton önce ağır ağır yerinden kımıldamış, sonraları sokağın paket taşlarında takır tukur sesler çıkararak ilerlemeye başlamıştı, Urfa Kapıya doğru gidiyorduk. 10 dakika sürmedi, Eski şehri kuşatan surları aşınca, çok ileride tren istasyonunu görünmeye başlamıştı. Daha önceleri de kullandığım için bu yol bana hiç yabancı değildi, Tekel evleri ve Şehitlik solda kalırken, Sağımızda da Yenişehir, Stadyum, Atış poligonu, Kapalı spor salonu kalıyordu. En sonunda Körler okulnu geçerek Tren Garına ulaşmıştık.

Eşyalarımızı çocuksu bir sevinçle Faytondan, Tren Garının arka cephesine taşıdım, Babam büyük parçaları alıyor, anneme daha hafif olanları veriyordu. Tren Garının yolcu tarafında, öbek öbek eşyalar, tavuk, horoz, keklik, koyun vs. ne derseniz yığılıydı. Anlaşılan bunları gittikleri yere götürüyorlardı.

Benim için son derece sıkıcı geçen bir saati aşkın zamandan sonra, Tren Garında bir hareketlilik başladı, Kara Tren geliyordu… İyice kalabalıklaşan peronlarda insanlar vagonunu bulma ve eşyalarını yükleme telaşına düşmüşlerdi, Tren kapılarında bekleyen kondüktörler, yer bulma konusunda yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Babam tek başına trene bindi, bizim kuşetli vagonda kompartımanımızı bulmak için koridorda ilerledi, tam yerimizi bulunca, pencereden başını uzatarak eşyaları buradan istedi. Annem ve ben gücümüz yettiğince eşyaları pencereye yükseltmeye çalışırken, bir delikanlı

-Siz durun. Diyerek, eşyaları elimizden alıp Babama doğru uzattı. Babam delikanlıyı tanımış,
-bu komşu dükkanımız, hacı Şeyhmusun oğludur. Diyerek, teşekür etmişti. Eşyalar bitince biz de kuşetli vagondaki kompartımanımıza geçmiştik. Kısa bir süre sonra Tren hareket etmiş, bacasından kapkara dumanları, el sallayanların üzerine doğru salmıştı. Babam;
- sakın Trenin penceresini açmayın. Diye sıkı sıkı tembihlemişti. Ben yine de koridora çıkıp Babamın göremeyeceği taraflarda açık camlardan sarkıyor. Bazan dumana boğuluyor, bazan da manzaranın doyumsuzluğuna dalıyordum. Daha önceki seyahatten aklımda kaldığı için tünele yaklaşırken Babamın yanına koşuyor, üzerimize çökecek karanlıkta, kendimi güvene alıyordum. Aynen bu durumu anlatan bir fıkra anlatılmıştı: Kompartmandakine muz ikram edilince, muzu ilk defa gören yolcu, tam muzu yerken, Tren tünele girmiş ve yolcu arkadaşına seslenerek - Süleyman, ben yedim kör oldum, sen sakın yeme. Demişti. Artık kör olma korkusundan mıdır nedir! Babamın bacaklarına sımsıkı sarılmıştım.
Tren neredeyse her el kaldırana durdu, sonradan öğreniyorum, Posta Treniymiş.

Sonunda Kurtalan a ulaştık, İndiğimiz zaman Babam ve Annemin uyarısıyla yüzümün kapkara kestiğini oysa camları açmamam gerektiğini söylediğini, hatırlattı. Yakındaki Camii de elimi yüzümü bir güzel yıkayıp, vakit ve seferi namazlarını kıldılar.

Babam Camiiden çıkınca, Kurtalan Tren Garında bekleyen minibüslere doğru seğirtti. Kısa bir süre sonra eşyalarımızı minübüsün üstüne yüklemiş arabaya binmiştik, Şoför mahallinde sürekli buraların Eşkıya yatağı olduğunu söyleyen bir amca oturuyordu. Eşkiyaların yol kesme hikayelerini duyunca, yol üstünde, yakınından geçtiğimiz kabirlere bile Fatihalar okumaya başlamıştık. Yolculardan biri -El Fatiha. Deyince biraz korkuyla, biraz da Medetle yakınından geçtiğimiz mübareğe Dualar yolluyorduk.

Hava kararmaya başlamış, Siirt görünmüştü. Ana caddede, Asker kışlası ve Şehir Stadyumunu sağımıza, ilerde de Valiliği solumuza alarak, Atatürk heykelinin etrafında dönüp, Tillo durağına ulaşmıştık. Durakta kimse yoktu, Dükkanların çoğu bana göre erkenden kapanmıştı. Kimseye haber veremiyorduk. Siirt Şehir mezarlığı da tam çapraz karşımızdaydı. Uzun bir yolculuk ve Şoför mahallindeki amcanın anlattıklarından sonra, Korkuyordum. Babam siz buradan ayrılmayın dedi ve ara sokakta kayboldu. Bir müddet sonra bir kamyonla geldi ve arkadaşı olduğunu, bizi Tilloya kadar bırakacağını söyledi. Eşyalarımız ve annemle kamyonun kasasına geçtik. Babam Şoförün yanına bindi. Toplam dokuz km yolumuz vardı ve ben bildiğim tek dua olan Fatihayı dilimden düşürmeyerek bozuk yollarda ilerledik.

Jandarmanın kamyonu durdurmasıyla Tillo nun girişine geldiğimizi anladık. Kontrolden sonraki durağımız, Dedemin eviydi. Dedem birkaç yıl önce vefat ettiği için evde Babamın bir küçüğü olan Kadri amcam ve çocukları kalıyordu.

Ev halkı bir kısmı yatmışken gürültümüze uyandılar. Görülmeye değer bir sevinç gösterisiydi…

Evlerine yeni bir oda eklemişler, ancak daha hazır değildi, hemen bize damda yataklar serdiler, bunların üzerinde uzanıp, bazen şakalaşarak, bazen yol hatıralarını anlatarak, uzansan tutulacak gibi duran, yıldızların altında, gözlerimiz kapanmaya başladı…
Sabah güneşin ilk ışıklarıyla terleyen vücudumu, yorganın iyice altına alarak saklamaya çalışırken, aslında uykumu çok iyi almış olduğumu fark ettim. Son derece zinde bir şekilde güne başlıyordum. Ama yorganını alan alt kata kaçmış, orda pinekleyecek bir yer bulmuştu. Daha fazla güneşe dayanamayınca ben de aşağıya indim. Yengem ve Annem çok tan kalkmış eşeklere boş gümgümleri (su damacanası) yüklemişlerdi. Kahvaltı ve diğer ihtiyaçlar için Abyara dan su getirmek zorundaydılar. Bu işi Tillo da hanımlar yapıyordu…

Ben de Abyara kafilesine katıldım, dik bir yokuşu hoplaya zıplaya indik, uzun bir yoldan sonra üç kuyudan oluşan Abyaraya vardığımızda çok sayıda kadın’ın orada olduğunu gördüm, uzaktan uzağa ağaçların altında, adeta bayramlık kıyafetlerini giymiş, Tillo nun gençleri yeteneklerini sergiliyor, çaktırmadan genç kızların kendilerine bakıp bakmadığını kontrol ediyordu. Abiler Zaman zaman ata biniyor, Güreşiyor, bazen de Şarkılar söyleyerek yavuklularına mesaj yolluyordu. Aslında bu abilerin kuyuların yakınında olmasında başka bir fayda da vardı, suya attıkları kovanın ardından veya başka bir nedenle dengesini kaybedenler düştüğünde, gözlerini kırpmadan en az 25 mt derinlikteki bu kuyulara atlıyor, can kurtarıyorlardı, bazı zamanlarda boğulanlarda olmuyor değildi. Etrafı üzüm bağları vb ile dolu bu kuyularda sesi güzel olsun olmasın hanımlar da türkü söylüyor, tili lili çekiyorlardı.

Nihayet sıramız gelip suyumuzu çektik, gümgümlere doldurup eşeklere yükleyerek, bu defa daha zor ve yükümüz ağır olarak, yokuş yukarı çıktık. Su Damacanalarına neden gümgüm dedikleri belli oldu, eşekler her adım attığında, çalkalanan su güm güm diye sesler çıkarıyordu. Asıl zor olan bundan sonraydı, biz olsak yorulduk diye bir kenara çekilir, kalan işleri hane halkının diğer üyelerine bırakırdık. Hiç te öyle olmadı, Annem ve Yengem ara vermeksizin suları ana kaba boşaltılar, bir kısmını ilgili yerlere taksim ettiler ve sofra kurma telaşına düştüler. Fazla döşekler kaldırılmış, sadece odanın kenarlarında olanlar, üzerine oturmak için bırakılmıştı.

Yere serilen bez, el emeği göz nuru ve nakış nakış işlenmiş, tertemiz bir masa örtüsünü andırıyordu. Özellikle Sirikli peynir (dağlardan toplanan bir çeşit şifalı ot ile karılmış) el yapımı reçeller, Mağamis (iki sıra bademin ipe dizilip, üzüm suyunda sucuk haline getirilmiş hali), Kesmeler, İncirler, Iğbeys Kaek (bir çeşit peksimet, suda ıslatılarak yenen tandır ekmeği), bahçedeki tavuklardan alınmış taze köy yumurtaları, Tere yağları ve daha birçok köy mahsulü sofrada tek tek yerlerini almıştı. Biz çocuklar ‘’söz küçüğün, sofra büyüğündür’’ sözüne uyarak olsa gerek, sabırsızlıkla büyüklerin sofraya oturmasını bekliyorduk. Büyük bir iştah ve açlıkla sofradakilere saldırırken, Tillo daki arkadaşlarımız geldiğimizi duymuş, evin önünde toplanarak bizi çağırmaya başlamışlardı. Arkadaşları duyunca, Kahvaltıyı nasıl yaptığımı anlamadan dışarı fırlamış ve onlarla çocuksu bir sevinçle hasret gidermiştik.

Tillo lu arkadaşlarımızla Dünyayı bir yanda bırakmış, hayal aleminde yol alıyorduk, bir baktık ki kendimizi Vedi Hınnar a bakan bir tepede bulmuştuk (Nar Vadisi) Burası Mzar denen yerdi (Sultan Memduh Hz nin genel mezarlığı) sağlık ocağı ve Jandarma Komutanlığının arkasında kalıyordu.

Havasının temizliği adeta Ciğerlerimi yakıyordu, Keklik sesleri karşı tepeden kulaklarımıza ulaşıyor, amcam şeyh Cevdet le çıktığım keklik avını hatırlatıyordu. Ben manzaranın ve hatıralarımın güzelliği ile meşgul olurken, bir arkadaşımızın bağırtısı ile o yöne doğru koştum, bütün arkadaşlar oraya doğru gelmişti. Gördüğümüz benim için hiç rastlanamayacak bir manzaraydı. Toprak rengi iki yılan, tahminen yetmiş beş cm havaya kalkmış ve abartısız iki metre boyundaydılar, sanırım birbirleriyle kavga ediyordu. Bu duruma tanık olan ben, arkadaşlarımı da uyararak kaçmalarını söyledim, onlar ise aşina oldukları için olsa gerek, yerden taşlar alıp bu iki yılana doğru atmaya başlamışlardı…

Bağırış ve çağırışlarım nafileydi, onlar yılanların arkasından koşup kaybolurlarken, ben yalnız başıma kaldığımı fark ettim, yanımdaki kayanın üzerine çıkarsam daha güvende olacağımı düşünerek, o tarafa doğru dönmemle bir şeyin bacaklarım arasından sürtünerek geçtiğini hissettim. Çalıların arasından hızla uzaklaşan bir yılan kuyruğu gördüğüm zaman, ayağımdaki sızlayan yere doğru baktım, orada bir diş izi ve buradan kan aktığını gördüm. Yılan geçerken beni ısırmıştı…

Daha önce böyle bir şey yaşamamış ve ne yapacağını bilmez bir halde bağırmaya başladım.
- Yılan beni ısırdı, Yılan beni ısırdı. Diye.

Beni duyanlar etrafıma doluşurken, kısa sürede duymayanlar da gelmişti. Sağlık ocağında bir amcamızın çalıştığını biliyorduk. Ancak oraya gidebilmek için vadiyi aşmalıydık. Yaramı emenler bir yana, eliyle sıkanlar bir yana, her kez bir şey yapmaya çalışıyordu. Tam bu sırada bağdan dönen biri bizi fark etti, durumumuzda bir anormallik olduğunu sezmiş olmalı ki, yoldan çıkıp çalıların arasına dalmış, bize doğru geliyordu… kısa bir sürede onun Hakkı amcamız olduğunu fark ettik. Yanımıza geldi, duruma vakıf olur olmaz beni kucakladığı gibi, evlerinin olduğu yöne doğru koşmaya başladı. Arkadaşlarımın bazıları suçlanmaktan korkup evlerine doğru hızla kaçarlarken, bir kısmı da bizimle beraber koşturuyordu. Nefes nefese Hakkı amcamların evine ulaşmıştık. Beni evin önündeki bir binek taşına usulca bıraktıktan sonra ahıra girdi. Aynı hızla Ağabeyi Nail amcamızın kırmızıya çalan kahverengi Küheylan atı ile geri geldi. Bir yandan atın eğerini bağlıyor, biryandan da gözleriyle benim durumumu kontrol ediyordu. Telaş etmemeye ve telaşının tarafımdan hissedilmemesine gayret ettiğini fark ediyordum. İşini kolaylaştırmak için artarak çektiğim acıyı belli etmemeye çalışıyordum.

Nail amcam kimseyi Küheylanına bindirmez gözünden sakınırdı. Atın bir köy karşılığında kendisine verildiği söylentileri, kulaktan kulağa dolaşıyordu. Acaba kendisinden izin aldımı, demeye kalmadı, atı hazırlayan Hakkı amca, beni tuttuğu gibi kucağına doğru çekti. Ne olduğunu anlayamadan at adeta kanatlanıverdi, Hakkı amca atı öyle bir koşturuyor, at öyle deli koşuyordu ki, ha düştü ha devrildi diye ben kendi derdimi unutmuştum. Zemin toprak ve kayalardan oluşuyor, atımız bir ceylan gibi kayadan kayaya atlıyor, büyük bir çeviklikle yol alıyordu.

Sağlık ocağına vardığımızda ata ilk kez binmenin heyecanı, yılan ısırığının korkusu veya tesirinden olsa, kendimden geçmiştim. Sağ olsun sağlık ocağında çalışan Mehmet amcamız hemen ilk müdahalesini başlatmış, gerekli aşı ve pansumanı yapmıştı.

Bütün bu olaylar zinciri öyle büyük bir hızla, o kadar kısa bir zamanda gerçekleşmişti ki, kendime geldiğimde babamın kaygı ve merak dolu bakışlarını üzerimde gezdiriken gördüm. Gözlerimi açıp su isteyince hepsi birden su bulmak için seferber olmuştu. Kısa bir zaman diliminde sağlık ocağının doktoruda olaya müdahil olmuş,

- Sıkıntı kalmadı, hastayı çok çabuk bize ulaştırmışsınız. Mehmet bey de çok yerinde bir müdahale ile hastaya gerekeni yapmış, Tillo küçük bir yer, hastanızı müşahade için burada tutmayacağım. Evinize götürün, bolca su verin, anormal bir gelişme durumunda bizi hemen çağırın. Demişti.
Tatilimin böyle talihsiz bir olayla başlamış olması, hepimizi üzmüştü. Ben hızla iyileşirken hala ayak eklemimde yılan ısırığından kalan izlerle yaşıyordum. Ve bütün ömrüm boyunca bu günü hatırlatacaktı…

Hepimiz Tatile gidiyoruz, bir takım tedbirler alıyoruz. Unutmamalıyız, aslında harp paketleri gibi, ihtiyaç halinde başvuracaklarımızın bulunduğu bir çeşit ilk yardım paketini yanımızdan eksik etmemeliyiz. Ağrı kesiciler, Bazı hayvancıkların ısırıklarına karşı antihistaminikler, ateş ölçer, sargı bezi, soğuk kompres, yanık bezi, steril gazlı kompresler, değişik ebatlarda flasterler, antiseptik solüsyon, makas, çengelli iğne, turnike, bandaj, tıbbi atık poşeti, el feneri, tek kullanımlık eldivenler, maske, suni solunum maskesi, pantolonumuzun üzerine çekebileceğimiz uzunlukta çoraplar vb. Bizleri olası tabii kaynaklı maruziyetlerden korumaya yardımcı olurlar. Benim gibi uzun uzadıya hatıralarınızı anlatacağınız satırlar yerine, en azından bu tedbirleri almamızda fayda vardır.

Kazasız belasız güpgüzel nice tatillerin sizlerin olması dileğiyle…

Uzm. Ecz. İbrahim YAVUZ
[email protected]

Önceki BİZDEN GELENLER Yazıları