
Uzadıkça uzayan bir hasret, bir türlü sonu gelmeyen yollar… Sözüme sadık mıydım, bilmiyordum.
Nasıl biteceğini bilmeden yazmaya başladım, yol hala uzayıp gidiyordu. Ben ise sözüme sadık kalmaya çalışıyordum…
Çocukluğuma döndüm, sokaktayım, Annem çağırıp duruyor…
-İbrahim, yemek hazır… diye.
Kimsenin kulak astığı yoktu, ben kendimi öylesine oyuna kaptırmıştım ki, hiçbir şeyi duyamaz olmuştum. Sanki Annem de bunu biliyordu, birkaç kez daha çağrısını tekrarladıktan sonra,
-Herhalde bu beni duymayacak, diyerek vazgeçmişti.
Ayakkabılar eskiyince düşen topuk lastiklerini mal diye biriktirmiştik, bunları üst üste dizerek etrafında bir yuvarlak daire çizdik, 2-3 metre uzağına düz bir çizgi çekerek, ellik (şahsımıza münhasır atış topuğu) ile üst üste dizdiğimiz mallara atış yapıyor, bunları devirerek etrafına çizdiğimiz dairenin dışına düşürmeye çalışıyorduk. Dairenin dışına çıkarmayı becerdiklerimiz bizim mallarımız arasına katılıyordu. Oyuna kısa bir ara verilince, acıktığımı hatırladım.
-Annee… diye birkaç bağırmama cevap alamayınca, koşarak eve seğirttim, dilenci ile (kapı kilitli değilse, kapatıp açmaya yarayan, küçük anahtar) kapıyı açıp, hemen mutfağa daldım, fırından yeni gelmiş açık ekmekten (pide) bir parça koparttım, üzerine Sana yağı sürdüm, bunun da üzerine bolca toz şeker dökerek, öğünümü tamamladım. Bir yandan bu muhteşem lezzeti ısırarak, bir yandan kaçacakmış gibi duran oyuna dönmeye çalışıyordum. Oyun oynadığımız açıklığa geldiğim zaman diğer arkadaşların benzer durumda döndüklerine şahit oldum… Kimisi benim gibi yapmış, kimisi ekmeğine salça sürüp, soluğu sokakta almıştı. Oyundan sıkılınca tek kale maç yapmaya karar verdik, sayımız az ve aramızda iyi top oynayanlar vardı… Seçtiğimiz iki kişiyle, oyuncuları paylaşmak için; aldım, verdim yapmaya karar verdik. Eşit sayıdaki ayak adımlarıyla biri birlerine yaklaşan rakip oyunculardan ilki, ilk oyuncuyu seçme şansını yakaladı. O senin bu benim derken, takımı tamamladık.
Maç bütün hızıyla sürüyordu, köşeden bir amcanın elini tutmuş, çekiştirerek gelen, aşağıdaki mahallenin çocuklarını gördüm. Doğruca bizim evi gösteriyorlardı.
-İşte burası, diye…
Aşağı mahallelilerin çekiştirdiği Mehmet amcamdı,
-İşte diyorlardı.
-Canogilin evi.
Cano ikinci küçük kardeşimdi, yaramazlığının ve arkadaşlarının çokluğuyla, herkes tarafından tanınırdı…
Oyunu falan bir yana bıraktım, en çok sevdiğim Mehmet amcamı, koşarak sevinçle karşıladım.
Koşturmayla karışık, çekiştirerek eve getirdim. İçeri girmeden önce annemin tedbir alarak, kapıyı açmasını sağlamak için büyük çangalı (kapı tokmağı) çaldım. Annem bir erkek tarafından kapının çalındığını anlamış ve güzelce örtünerek kapıya gelmişti. O da amcamı görünce, sevinçle içeri buyur etmişti, amcalarının çocukları için ne ifade ettiğini biliyordu.
Bize gün doğmuştu, artık yerimde duramıyordum. Babam gelsin de, yatma zamanımız yaklaşsın diye…
Amcam eve yerleşip oturduktan sonra, yeni taşındığımız evi bulmakta biraz zorlandığını anlatıyordu.
-Rıfat abimi sordum, evi yeni taşımışsınız, bilemediler. Ta ki Cano’nun adını verene kadar… adını söyler söylemez;
-Vee! başta söyleseydin ya, Canogilin evini hepimiz biliyoruz, dedikten sonra yolu göstermek için adeta biri birleriyle yarışmaya başladılar. Şükür çocuklar sayesinde Rıfat abimin dükkanına gitmek zorunda kalmadım. Abim gelene kadar biraz kestireyim dedim.
İstemeyerek de olsa amcamın bu talebine boyun büktüm, sessizce odayı amcama terk ettim.
Kardeşlerim babamdan önce eve gelmişlerdi, amcamın odada uyuduğunu söyleyince onların gözlerinde de benimkine benzer pırıltılar oluşmuştu. Artık babamızın yolunu gözlemekten başka çaremiz kalmamıştı.
Babam gelince, sürpriz misafir karşısında oda şaşırmış ve sevinmişti. Akşam yemeği için yer sofrasında oturduk, aynı kaptan, et suyu içine doğranan, lepik (yassı) şeklinde köftelik bulgurun yanı sıra, kavurma ve azda sarımsak katılarak, lezzet küpü haline getirilmiş yemekten (Siirt yemeği; Kitel Fum) yerken, adeta lokmaları sapasağlam yutuyorduk.
Doyumsuz lezzetteki yemekten sonra, amcama rehavet çökmüştü. Biz ise bütün gün bu anı beklemiştik!
-Mehmet amca ne olur yatmadan önce bize peştamal hikayesini (hamal hikayesi) anlat, dedik.
Her halde o kadar acıklı ve karşı konulamaz bir bakışla bu talebimizi iletmiştik ki, amcamız;
-Peki, dedi ve kendisi kanepe yastığının, kanaviçe işli beyaz başlığına yaslanırken, dizinin etrafına sıralanmamızı gösteren bir işaret yaptı. Kimimiz en yakın minderi altımıza çektik, kimimiz kilimin üzerinde bağdaş kurup oturduk. Amcam ezberindeki hikayeyi, bazen mimik, bazen vücut hareketleriyle destekleyerek anlatıyordu. Biz mayışmış bir halde dinlerken,
-Ooo bir saat dolmuş, yarın devam ederiz, bu günlük bu kadar, deyince, devamını anlatsın diye risk almayıp çaresizlikle kabul ettik.
Bu hikayeler bazen 5-6 gün hatta daha fazla sürüyordu. Amcamızı dinlerken, bir anda kendimizi hikayenin içinde buluyor ve baş kahramanı kesiliveriyorduk.
Ertesi gün annemiz siyah önlüklerimizin üzerine bembeyaz, sakız gibi kolalanmış yakalarımızı giydirmiş, çantamızı elimize vermiş,
-Kimseye karışmayın haa… diyerek, bizi okul yoluna göndermişti. Etraf daha yeni aydınlanıyordu, bazı sokak lambaları sönmemişti bile…
Annemiz hiçbir şeyimiz eksik olmasın diye telaş ederken, aslında radyoda birazdan başlayacak; Arkası Yarın dizisinin nasıl devam edeceğini düşünmüyor değildi. Biz yola çıkar çıkmaz o da soluğu radyonun başında almıştı. Yolda dükkanını erkenden açmış esnaf, aynı şekilde radyosunun sesini sonuna kadar açmış, herkese dinletiyorken, dikkat ettim, radyoda ajans vaktinin sonları yayınlanıyordu. Şimdi sıra Arkası Yarındaydı…
Okulumuz tarihi bir Diyarbakır evinden dönme, kocaman avlusu olan bir yerdi. Bahçede sıraya girip İstiklal Marşımızı okuduk. Sınıfımıza girip sıralarımıza oturduk. Öğretmenimiz ilk iş olarak, Amerika’dan Marşal yardımı olarak gelen süt tozları, balık yağı kapsülleri, üzerinde gülen bir inek resmi bulunan alüminyum folyo kaplı La Vaş Kiri peynirleri ve sandviç ekmeklerini dağıtmaya başladı. Bunları almak zorundaydık. Çocukça bir sevinçle alıyor, bazılarını eve de getiriyorduk. Bu yardımla daha sağlıklı bir nesil olarak büyüyeceğimiz, bize telkin ediliyordu.
Sonraki derste avluda (havşta) toplandık. İskeletor gösterisi vardı. Adamın biri Süpermen gibi pelerinini takmış, sahnede yerini almıştı. O kadar zayıftı ki, karnını içe çektiğinde, adeta arka duvarına değiyordu. O zamanlar çokça yaygın olan verem ve iyi beslenmeye dikkat çekiliyordu. Çok yanlışın içine, az doğru doğranıp sunuluyordu.
Biz neyle karşı karşıya olduğumuzu bilmeden bu plana ortak oluyor ve başrollerde oynuyorduk.
Kısa bir zaman önce kurulan, bir devletin kalıntılarından doğmuş olsa bile, milletçe verdikleri onurlu bir kurtuluş savaşının ardından, yüzlerce yıllık tarihi olan bir devlete, daha sağlıklı bir nesil yetiştirmek adına yaptıkları bu yardımı anlayamıyordum.
Bir gün bütün bu yardımların ardındaki gerçek niyeti bulacağım ve ne olduğunu anlayacağım diye kendi kendime söyleniyordum.
Okulda günümüz telaş ve dersleri yetiştirmekle geçmişti. Eve vardık ertesi gün için verilen ödevleri yapmamız için annemizden büyük baskı görüyorduk, haftanın altı günü okul ve kalan zamanımız olursa, iş yerine babamıza yardıma gidiyorduk. Annemize laf geçiremiyorduk, yarın pazar ödevimizi yarın yaparız, söylemlerimize kulak asmıyordu bile…
-Bugünün işini yarına bırakma, diyordu.
Arada sırada kesilen elektriğimiz (aslında, ara sıra gelen elektrik demeliydim!) veya gaz lambamızın verdiği mum ışığı mesabesindeki aydınlatma ile ödevlerimizi yapıyorduk. Tam bu sırada radyo yayını kesildi ve bir anons geçildi; pencereler siyah perde ile örtülecek, dışardan hiçbir şekilde ışık görünmeyecek, deniliyordu. Zaten ışık yok denecek gibiydi…
Bazı gıda maddeleri karaborsaya düşmüş, değerinin çok üstünde bir fiyata alıcı buluyordu, Kıbrıs’ta Türklere yapılan zulüm had safhadaydı. Makarios’un Enosis hayallerini adada hayata geçirmek için yapmadığı katliam kalmamıştı…
Yaşananlar tıpkı, 1939-45 yılı, İkinci Cihan Harbinde yaşananların tekrarı gibiydi, bir tek, gıda maddelerinin karneye bağlanmadığı kalmıştı. Bize bunu hatırlatacak şekilde, yeni bir Karartma Geceleri başlamıştı. Çocuk aklımla anladığım kadarıyla, dışardan gelebilecek ani baskınları önlemek, düşman bombardıman uçaklarının saldırılarından korunmak için uygulanıyordu…
Bu durum günlerce böyle devam etti, benim çocuk aklım hala olan biteni anlamakta zorluk çekiyordu. Yolum nereye varacaktı belli değildi ve ben hala sözüme sadık mıydım? Bilemiyordum.
Komşumuz at yetiştiriciliği yapıyor, atlarını gözünden bile sakınıyordu. Avlulu evin içinde ayırdığı bir bölümde, onlara bakıyordu. Atların evden çıkışı tam bir şölen gibiydi, üzerlerine giydirilen elbiseleriyle, sanki tarihi bir filmden çıkmış gibiydiler, rengarenk şövalye kıyafetlerini andırıyordu ve sadece gözlerini açıkta bırakmışlardı. Adam boyundaki endamları ile hayranlıkla takip ediyorduk.
Bugün pazardı ve koşu yolunda at yarışları vardı. Annemin neden ödevlerimizi hemen yaptırdığını şimdi anlıyordum. Bizi koşuya gitmekten alıkoyamayacağını biliyordu.
Atların peşine takıldık, sonradan okula çevrilen kilisenin önünden geçerek, Gazi Caddesine çıktık. İnsanlar atları görmek için birbirleriyle yarışıyordu. Demircilerin bulunduğu sokaktan Tahar Ağanın atları da çıkıp konvoya katılmıştı. Hepsi yek diğerinden güzeldi.
Bütün renkleri üzerlerinde taşıyan kıyafetleri içinde, adeta görsel bir şov yaparak ilerliyordu. Yol yaklaşık iki km. sürmüştü, bu arada konvoya yeni katılımlarla iyice kalabalıklaşmış, büyük bir gösterişle koşu alanına girilmişti.
Hemen tribünlere çıkarak, bizden önce gelenlerden kalan, uygun yerlere oturmuş, yarışlar başlamadan ahkam kesmeye başlamıştık. En meşhur atlar Tahar Ağanınkilerdi, hemen her yarışta favori gösteriliyorlardı.
Jokeyler ufak tefeklikleriyle biraz alay konusu oluyorken, bilenler de atın yükü daha az olunca, daha iyi koşar, o yüzden böyleleri seçilip yetiştiriliyor, diyorlardı. Çocukça bir hayalle, benimde kilom ve cüssem küçük, benden iyi bir jokey olur diye, kendimi at üstünde yarışırken görüyor, diğer çocuklar gibi hayallere kapılıyordum.
Atlar tozu dumana katarak yarışıyorlardı. Tabii ki yarışı beklendiği üzere, Tahar Ağanın atı kazanmıştı. Yarış sonunda, görülmeye değer bir sevinç gösterisiyle, ilk üçe giren jokeyler kupalarını almak üzere kürsüye çıktılar.
Bütün bunlar bitince saatin bire yaklaştığını farkettim, Ar Sinemasında Vang You’nun filmi vardı ve ben onu kaçırmamalıydım. Arkadaşlarımı organize edip, belediyemize doğru yola çıktık.
Sinema, Ulu Camii’nin yanında ve belediyenin hemen arkasındaydı. Her zamanki gibi iki bilet alıp kapıdaki amcalara yalvarmaya başlamıştık, ne olur amca iki biletimiz var, dördümüzü içeri al, vallahi biletlerde yazan koltuklara sıkışarak oturacağız. Amcalar olmaz deyince, sinemaya girmekte olan abilere döndük,
-Abi bizi içeri almıyor, yaşımız küçüktür, sizlerle girebilir miyiz?, dedik.
Bir iki denemeden sonra, abilerden bir kısmı,
– Onlar küçüktür, bak bilet de almışlar, bırak içeri girsinler. Cümlesini biraz üstüne basarak söyleyince, amcanın bizi içeri bırakmaktan başka çaresi kalmamıştı. Zaten aramızda ancak iki bilete yetecek kadar para toplamıştık.
Hemen yer gösteren abi, yerimizi gösterince ikişer kişi bir koltuğa sıkışarak oturmuştuk.
Film gerçekten çok vurdulu kırdılı geçiyordu. Kesilmiş ağaçların üzerinde, ceylanlar gibi gezerek dövüşenler mi desem, havada uçanlar, biri birine bağırıp, naralar atanlar mı desem…
Üç film birden oynatılıyordu, o yüzden film araları iyice kısaltılmıştı, ama biz kalamayacaktık, çünkü sinemaya gideceğimizi eve haber vermemiştik.
Film bitip sokaklara çıktığımızda, hepimiz birer Vang You olmuştuk. Uçan tekmeler, judo hareketleri havalarda uçuşuyordu…
Okulda teneffüslerde ve tenhalarda bu durum günlerce devam etmiş, kendimize gelmemiz birkaç günümüzü almıştı.
Kış hazırlığı olsun diye damlar aktarılıyordu. Sokaklarda (küççelerde) sağlı sollu divan biçiminde toplanan toprak yığınları, bizim oyun alanımız olmuştu. Toprak yığınının üstüne çıkıp bu kale benim diye bağırıyor, çıkmaya çalışanları aşağı indiriyorduk. Başaranlar ise bizi aşağı itekleyerek, kendileri bağırıp duruyorlardı.
-Bu kale benim, diye…
O sıra, bir ayı oynatan sokağın başında görününce, oyuna ara verip o yöne doğru seğirttik.
Abartısız ayı oynatan tarafından ayağa kaldırılan ayının boyu, iki metreyi geçiyordu. Kendisine para verenler pencerelere (pacalara) çıkmış sokak şenlenmişti. Bir abla örtmeye (sokağın üstünü örten, oda) bakan evinin penceresinden sarkmış, heyecanla ayıcıyı çağırıyordu, ayıcı orada da ayısını ayağa kaldırıp, elinde çaldığı arbana (tef gibi bir çalgı) ile çeşitli hokkabazlıklar yaptırarak bahşişini almıştı.
Gözümün önünden bütün bunlar film şeridi gibi geçerken, uzun olsaydı o günler demekten kendimi alamamıştım.
Ben artık sabırsızlığın son demlerini yaşıyordum. Yol bitmek bilmediği gibi, sabırsızlığım da dinmek bilmiyordu. Diyarbakır’a geleceğimi söylemiştim, ilk defa sözümde durabilecektim. Yıllar önce ilk defa evimden bu kadar uzağa gitmiştim, Giderken de dönecek ve aileme, memleketime faydalı olacağıma söz vermiştim. Arada memlekete gelişlerimi saymasam, tam altı buçuk yıl olmuştu. Her öğrenci gibi, ben de hocamın bana taktığını söylüyordum. Oysa bütün suç bendeydi, bu diyarı terk edemeyeceğime göre, yapacağım tek şey o deveyi gütmekti. Biraz gayrete gelince, okulu bitirmiş, mezun olmuştum.
Uzaktan Seyrantepe Otogarı göründü. Sabırsızlığım arttı. Otobüs manevrasını yapıp perona girdi ve kapılarını açtı, ben de hızlı bir şekilde otobüsü terk edip, bagajdaki eşyalarımı almak için fırlamıştım.
Otobüsü bekleyen ve tanıdığım insanlardan oluşan, büyük bir kalabalık dikkatimi çekti, onlara döndüğümde, birçoğunu şaşkın bakışlarla bana bakar bulmuştum…
Kısa süre sonra gerçeği öğrendim. Belki okulumu biraz uzattığım için hak ediyordum, Ulu Camii’den vefat ettiğime dair selamı okutmuşlardı. Bu boyutta bir şakayı ben değil de, cenazeyi almaya gelenler kaldırır mıydı, bilemiyordum. Cenazemi karşılamaya gelenlerin, beni capcanlı karşılarında görmeleriyle yaşadıkları şaşkınlık, benim yaşadığım şaşkınlığı tez vakitte üzerimden atmamı sağlamıştı…
Kısa süre sonra durum anlaşılmış, her ne kadar Haldun, Rıza, Recep, Necdet, Mahmut çaktırmadan bıyık altından gülüyorlardıysa da, su-i zanda bulunmak istemedim. Şaka, yapan ya da yaptıranların yanına kar kalmıştı.
Sözümü tutmuş olmanın ferahlığı içinde, eve doğru yol alan kalabalığa kendimi teslim etmiştim. O zamanlar resim yeteneğim konuşuluyor ve ben bu alanda eğitim veren bir okula gitmek istiyordum, ama gelin görün ki; Güzel Sanatlar Fakültesi, hiçbir yeri kazanamadığın takdirde seni yetenek sınavına alıyor, aradan yetenekli öğrencileri seçiyordu. Postacı sınav sonucunu verirken sırıtıyordu, anlaşılan zarfı ışığa tutarak kazananları belirlemişlerdi, bahşiş beklediği her halinden belliydi. Postacının bu durumunu görünce, korkarak zarfı açmıştım. Okudum ve dünyam başıma yıkılmıştı. Özgürlüğü elinden alınmış kuşlar misali kanatlarım iki yana düşünce, postacı; her halde yanlış baktım diyerek adeta kaçarak uzaklaşmıştı. Ben ise Eczacılığı kazanmış, Güzel Sanatlara müracaat şansımı kaybetmiştim. Hiç istemeyerek Eczacılık Fakültesine kaydımı yapmıştım, sonraları deve hendek misali, okulu, maişetimi kazanmak; resmi de hobi olarak yapmaya karar verdiğimde bayağı zaman kaybetmiştim. Artık aileme verdiğim sözü hatırlıyor ve okulu bitirmem gerektiğine inanıyordum. Şükür okul bitmişti ve ben sözümde durmuştum.
Babam küçük bir esnaftı, ailem bütün fertleri ve bütün varlığıyla okulu bitirmem için seferber olmuş, ellerinden geleni fazlasıyla yapıyorlardı.
Bir şeyi iyi öğrenmiştim;
Yapacaksan tek iş yapacaksın,
İşini en iyi şekilde yapacaksın,
İşinde en iyilerden olacaksın.
Mesleğimiz insana ve onun en büyük kutsalı olan; yaşam hakkına sonsuz değer veriyordu. Bunu zamanla öğrendim. Artık mesleğimi bu yönde geliştiriyor, kendimi bu konuda donatıyordum.
Genç neslimizin bu mesleği daha ileri taşıyacağına ve daha iyi uygulayacağına inancımı paylaşıyor, başka makalelerimde buluşmak üzere hoşça kalın diyorum…
Uzm. Ecz. İbrahim YAVUZ