ŞEHİT ÖĞRETMEN

Uzun , hiç bitmeyecek gibi bir yolculuk... Çok heyecanlıyım! Yolculuk daha epeyi sürecek, Hayata yeni başlıyorum sanırsın...
-Ta Türkiye’nin doğusundadır, başına bir iş gelir, eşkıyası var, kurdu kuşu var, kimin kimsen yok, çalacak kapın yok, ne olur gitme! diye, ne kadar da ısrar ettiler.
Oof of göz kapaklarım da ne kadar ağırlaştı, kabalarım da uyuştu bir mola verseler de biraz yürüyüp açılsam... Haydaa şimdiden Annemi özledim! O gül yüzü gidip gelip gözümün önüne duruyor. Ah Anneciğim nede çok zahmet çektin, Babamın ölümünden sonra bana hem ana hem baba oldun.
Oo farkında olmadan dalmışım, bayağı da uyumuşum, Yolu bitirmişiz. Burası Hakkari olsa gerek. Anlatıldığından da kötü durumdaymış, çok ihmal edilmiş, bir köyden farksız. İnsanların yüzü gülmeyi unutmuş. Hepsi yaşayan birer ölü gibi...
Milli Eğitim Müdürlüğünde, depo tayinimle ilgili işlemler birkaç günde bitti, şanslı olduğumu söylediler, çünkü en yakın ilçenin köyüne atanmıştım.
Mutluydum!
Bir minibüsle yola koyulduk, çok kısa bir süre sonra asfalt tamamen bitti. Şose yol demek isterdim, ama keçi yolu bile diyemeyeceğim bir yolda, tamamen şoförün ustalığına kalmış bir seyir haline geçtik. Allah esirgedi de, elli kilometrelik yolu, iki buçuk saatte aldık. İlçeye vardığımızda, böbreğindeki tüm taşları dökmüş, bir galon şarap içmiş, beş derece hipermetrop biri gibi minibüsten inmeye çalışıyorduk.
İlk görüştüğüm kişiden köye gitmek için katıra binmem gerektiğini öğrendim.
İnsanlar ne kadar sıcak kanlıydı! Yardımcı olmak için adeta yarışıyorlardı. Yaşlıca bir amca beni kahvaltısına ortak etmek istedi, önündekiler bir yavru kediyi bile doyurmaya yetmezdi. Belli ki çok zor geçiniyorlardı. Halk büyük fakirlik çekiyordu. Israrlara dayanamayıp kırık dökük, alçacık taburelerine oturdum. Beni incitmemeye çalışarak, çok ince bir üslupla kim olduğum ve ne için burada bulunduğumu öğrenmeye çalıştılar. Bir öğretmen olduğumu öğrenince neredeyse karşımda esas duruşta bulunacaklardı. Yaşlıca olan amca, bilge kişiliğiyle Hz. Ali’nin sözünü hatırlattı.
-Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.
İlk görüşte oldukça eğitimsiz olarak değerlendirdiğim bu insanlarla konuştukça, her birinin birer kültür abidesi olduğunu düşünmeye başladım. Hiç bir eğitim almadıkları halde onca bilgiyi, inceliği, hümanistliği nerden öğrenmişlerdi?
Oysa buraya gelirken, her türlü medeni ilişkiden yoksun, insan kanına susamış bir takım dağ adamlarıyla karşılaşacağımı umuyordum.
Ne kadar yanılmışım!
Yaşlı ve bilge amca,
-Katır kiralayıp masrafa girmene gerek yok, yeğenim sana eşlik edecek. Dedi ve adı Çavreş olan yeğenini yanıma kattı, dualar ederek beni köyüme doğru yolcularken, ilçeye geldiğimde mutlaka uğramamı, uğramazsam darılacağını da ekledi ve gözlerimden öptü.
İçimden bir şeyler koptuğunu hissettim. O an sanki babam oluvermişti, sanki babam mezarından kalkmış, bu amcanın kılığında yardımıma gelmişti. Gözlerim dolmaya başlarken, arkama daha fazla bakamadan oradan uzaklaştım.
Yol tanımıyla alakasız bir yoldan dereler, bayırlar aştık. Kayalardan, yarlardan atladık. Dizlerimde dermanın tükendiği bir zamandı ki utangaçlığından yol boyunca hiç konuşturamadığım Çavreş;
1 İşte dedi.
2 İşte köye geldik!
Ortalıkta köye benzer bir şey göremiyordum... Neden sonra yarısı toprağa gömülü bir takım yapılar gördüm. Kış mevsiminin çok sert geçtiği buralarda ancak bu şekilde barınabiliyorlarmış.
Çavreş, o utangaç halinden sıyrılmıştı, belli ki daha önceden çok iyi tanıdığı köy halkı ile, sıkı bir muhabbet kurdu. Sonra beni tanıttı.
Köylerine öğretmen olarak geldiğimi öğrenen köylüler; sanki Reis i Cumhur gelmiş gibi, büyük bir tazim ve hürmetle etrafımda halka olup, şahsım hakkında bilgi edinmeye, meraklarını gidermeye çalıştılar.
Köylünün yardımıyla okulun bulunduğu yere doğru geçtik. Kapının önündeki boyası tamamen dökülmüş bir bayrak gönderi dışında, okul kimliği taşımayan kırık dökük bir kapısı ve pencereleri olan yapının önünde durduk.
-Burası. Dediler.
Tam anlamıyla şok olmuştum! Tekirdağ dan buraya kadar karşılaştığım bütün sürprizleri kabul edilebilir bulmuştum. Ama bu, bu olamaz bir şeydi. Buraya nasıl okul denebilirdi ki...
Okul dedikleri yıkıntının önünde köylü ile tanıştırıldım, yakındaki birkaç mezradan gelen öğrencilerle toplam otuz kadar öğrenci ile karma eğitim verildiğini, iki yıldır da öğretmen yüzü görmediklerini, son gelen bir bayan öğretmenin de, daha bir ay kalmadan, eş durumundan tayin yaptırıp gittiğini öğrendim.
Sonraları bu bayan öğretmenin eşinden ayrıldığını duymuşlar, rivayet edilmiş ki sadece köylerinden tayinini aldırmak için, yalancı bir evlilik yapmışmış.
Köylü bunu, kötü niyetli kişilerin uydurduğu bir yalan olarak değerlendirmiş.
-Haşa, hiç devletin memuru böyle bir şey yapar mıydı!
Anlaşılan oydu ki, Devlet buralarda mallarından, canlarından daha değerli, uğruna her türlü fedakarlığın yapılması gereken, o kutsi varlığını muhafaza ediyordu.
Aklıma büyük şehirlerimiz deki insanlarımız geldi. Her gün ayaklarına taşlar, dikenler batmadan yürüdükleri asfalt yollar, hastaneler, postaneler, ler, ler, ler... geldi.
Oysa burada köylü kendilerine öğretmen yollayan devlet babası için; Allah Devletimize zeval vermesin diye, neredeyse secdeye gidiyorlardı.
Köye gelişimin ikinci ayındaydım; İki kez maaş almış, hemen, hemen tamamını anneme yollamıştım. Ödenmesi gereken bazı borçlarımız vardı ve benim burada para harcayacak fazlaca bir ihtiyacım olmuyordu.
Köylü ile iyice sıkı fıkı olmuş, bir miktar da, yerel lisanlarını öğrenmiştim. Tek sınıflı okul, aynı zamanda benim lojmanımdı. Yatağımı sınıfın bir köşesine kıvırıyor, üstüne de köylünün verdiği eskimiş bir kilimi örtüyordum, böylece lojman, sınıfa dönüşüyordu.
Toprak zeminli sınıfımı biraz su serpip süpürdükten sonra öğrencilerimi bekliyordum. Okulumu ve öğrencilerimi çok seviyordum. Bir gün onlardan ayrılmak zorunda kalabileceğim ihtimalini düşünmek bile istemiyordum.
Ve hiç ummadığım bir sabah, bölgenin kabusu kara kışla tanıştım.
Çocukların sevinç çığlıklarıyla yatağımdan fırladım, aman Allah’ım , bu ne soğuk! İliklerime kadar üşüdüğümü hissettim. Birazdan derse başlayacaktık, öğrencilerime bu soğukta ders yaptıramazdım.
Yerlere su serpip, süpürüp, yatağımı, yorganımı katlayıp üzerini örterek, odamı sınıfa çevirdikten sonra, battaniyemi sırtıma alıp, dışarı fırladım. Çalı çırpı toplayıp sınıfı ısıtmayı düşünüyordum.
Dışarı çıkınca gördüğüm manzaranın güzelliğinden neredeyse niçin çıktığımı unutuyordum. Kar yeri göğü beyazın tüm masumluğu ile kuşatmış, ağaçlar; lepiska saçlı dilberlere dönmüştü. Dağlar, tepeler; gelin başı gibi süslenmişti, derin vadiler, dereler; derinliklerinde akan bes berrak sularla, adeta sevinç çığlıkları ile koşuşan çocuklar gibi etrafa hayat saçıyor, taşlara çarpıp sıçrayan buz gibi sular, bölge insanının kadersizliğinin isyanını oynuyordu. Ufkun alabildiğince açık olduğu bu doyumsuz panoramik görüntüden ayrılmak için esen rüzgarın iliklerime işlemesi gerekti! Dişlerimin takırtıları eşliğinde etrafta nadiren bulunan ağaçlardan dal parçaları toplamaya başladım.
Kış mevsiminin burada çok çetin ve uzun geçtiğini geç öğrenmiştim ve herhangi bir hazırlık yapamamıştım. O günden sonra ilk ve her fırsatta etraftan dal, çalı, ağaç parçası ne bulabildiysem toplamaya başladım.
Kış ilerleyince ilçeyle ve şehirle olan bağlantımız da kesildi. Artık yakacak bir şeyler bulmak imkansız hale gelmişti. Köylü zaman, zaman tezek yardımında bulunuyordu. Öğrencilerin olmadığı zamanlarda, bunları yakmıyordum. Öğrenci velilerinin kendilerinden fedakarlık ederek yolladıklarını biliyordum. Sıkıntılı günler devam ediyordu...
Yaklaşık üç gündür kayda değer bir şey boğazımdan geçmemişti, açtım. Beynim midemle meşguldü, çocuklara yararlı olamıyordum... Köylüden yardım istemeye, kahrolası gururum mani oluyordu. Onlara soracak olursanız; Öğretmen beyin durumu gayet iyiydi, hiçbir şeye de ihtiyacı yoktu! Bütün yaşamım gözlerimin önünden geçiyordu, Annemin duvaklı pilavı; usta bir manken edasıyla burnumda tüterek defile sergiliyordu, ardından üzerinde selvi boylu buharları tüten, mis gibi kızarmış piliç sahnedeki yerini alıyordu.
Gece olmuş, ortalıkta hayvan ve rüzgar seslerinden başka bir şey kalmamıştı, gözlerim kararıyor, ölümümün böyle olmaması gerektiğini düşünüyordum. Sınıfın en kuytu köşesine sığınmış, örtülebilecek her şeyi üzerime almış, tir, tir titriyordum. Rüzgarın kapı pencere aralıklarından sızarken çaldığı senfoni; sanki benim cenaze marşımdı. Ağırlaşan göz kapaklarım, sınıfın duvarlarında en ürkünç korku filmlerine senaristlik yapıyordu.
Dışardan gelen ayak sürüme seslerinin ne olabileceği hakkında fikir yürütemeyecek kadar lakayt bir halde iken; Açılan kapı ile birlikte, gecenin bütün kötü ruhları içeri hücum etmişti. Zaten buza kesmiş olan sınıf bir anda suratımı bıçak gibi kesen hava tarafından esir alınmıştı.
Kapının dışarıdan açılmasını engelleyecek bir mekanizması yoktu, buralarda hırsızlık ta olmaz zaten. Korku ve soğuğun etkisiyle iyice yorganımın içine sinerken, kapıdaki siluetin bir çocuğa benzediğini fark ettim. Gelen öğrencilerimden Muhammet’ti. Elinde bir şeyler taşıyordu.
Kapıyı telaşla kapatıp, kapı pencere aralarından sızan ay ışığının aydınlatmaya çalıştığı sınıfta yatağımın yanına kadar gelip çömeldi.
-Öğretmenim. Dedi.
-Annem çorba pişirmişti, Babam; Biraz da Muhammet’in öğretmenine yollayalım içsin, içi ısınır. Dedi.
Bütün gastrointestinal sistemim aporta kalkmıştı, boğazına geçirdiğim zincirlerle zaptetmeye çalışıyordum. Muhammet’e dönüp;
-Gerek yoktu yavrucuğum, karnım toktu, Annen, Baban zahmet etmişler, bir kenara bırak. Dedim.
Muhammet pek makbule geçmediğini düşündüğü ikramı bırakacak yer bulmak için kısa bir süre etrafına bakındıktan sonra, en güvenli yer olarak öğretmen masasını bulmuş olmalı ki, iki eliyle tuttuğu çorba kabını, dirseğiyle masayı silerek, dikkatle üzerine bıraktı.
Muhammet daha birinci sınıftaydı, oldukça meraklı, bir o kadar hassas ve duygusaldı. Sınıfı terk ederken içi buruk bir haldeydi. Çok düşünceli olan bu çocuğu kırmıştım. İyi geceler demeyişinden anlamıştım!
Kapıyı kapamakta bir saniye daha gecikseydi, zincirlerini parçalayan iç organlarım ortalığa dökülecekti. Tarif edilemez bir çeviklikle masaya fırlayıp çorbanın başında yerimi aldım. Tandır ekmeğini gırtlağımdan aşağı tepelerken, çorbanın buharının bile boşa gitmesini istemiyordum.
Soğuğu falan unutmuş çorbayla boğuşmaya başladığım en ateşli anda, sınıfın kapısı tekrar destursuz açılmıştı.
Gelen Muhammet’ti. Ekmek gırtlağıma bir değirmen taşı ağırlığı ile oturuvermişti, gözlerim kapıda ağzım apaçık, kala kalmıştım... Ona bu şekilde yakalanmak beni kahretmişti, öğretmenlik onurum tarif edilemez şekilde yara almıştı... Muhammet beni bu şekilde bulacağını asla ummamıştı, gözlerinde ifade edilemez bir şaşkınlıkla nasıl davranması gerektiğine karar vermeye çalışır gibiydi. Neden sonra gözlerini benden kaçırıp
- Şey... Dedi. Öğretmenim;
-Ödevimi bitiremedim, kalanını yarına bırakabilir miyim? Diye soracaktım!
Belli ki suçüstü durumumu görmezlikten gelmek için alelacele uydurulmuş, bir acemi bahanesiydi! Muhammet’in yaptığı rol, benim için de sığınacak bir liman olmuştu.
-Bir şey olmaz yavrum, yarın telafi edersin. Dedim. Bulunduğum tarafa bile bakmadan usulca sınıfı terk etti. Artık çorbayı tamamlamak içimden gelmiyordu, bir şeyler hala boğazımda düğümlü bekliyordu.
Bir yanda yiyemediğim çorba, bir yanda açlığım, bir yanda da vicdansız soğuk, yatağımda boğuşuyoruz. Dışardan gelen bir grup insanın gürültüsüne doğruldum... Kalabalık sesleri okulun önünde durdu, ne oluyor diyemeden, kapı ürkek, ürkek çalındı.
-Girin. Demekten başka çarem yoktu. Kapıyı açan Muhammet’in babasıydı -Öğretmen bey. Dedi.
-Muhammet’le size çorba yollamıştık, eve dönmeyince merak ettik, burada mı acaba? Telaşla yatağımdan fırladım. Benim yanımdan ayrılalı en azından bir saati buluyordu. Eve de dönmediğine göre, nereye gitmiş olabilirdi!
Kısa bir tereddütten sonra, başına kötü bir şey gelmiş olabileceği korkusuyla dışarı fırladık. Köylüden katılanlarla çevreyi taramaya başladık. Benim yüzümden başına bir şey gelmiş olsa, kendimi affedemezdim.
On dakikalık panik bir aramadan sonra, duyulan sese adeta uçarcasına yetiştik. Bu Muhammet’in inlemesiydi... Bir kaya yamacından karlar üzerinden kayarak düşmüş, gömüldüğü kar kütlesinin içinden çıkamamış, burnu salya sümük donmuş, sarkan buzcuklar, yüzünde sakallı bir eskimo portresi çizmişti. Elinde birkaç çalı parçasını, kucağında çocuğunu taşıyan bir anne titizliğiyle sıkı, sıkı sarmalamıştı. Babası benden daha atik davranıp, üzerindeki karları bir çırpıda silkeleyerek, elindeki battaniyeye dolamış, bağrına basmıştı. Zavallı Muhammet’in titreyen dişlerinin arasından çıkan sözler kalbime mızrak gibi saplanmıştı.
– Sınıf çok soğuktu, Öğretmenim üşüyordu! Diyebilmişti.
Aman Allah’ım, öğretmenine yakacak bulmak için nerdeyse hayatını kaybedecekti! Bu ne büyük sevgiydi...Muhammet’in bu hareketinin beni ne denli derinden etkilediğini anlatmanın imkanı yoktu.
Allah’ın yardımı ve köylünün tecrübesiyle o gece Muhammet kurtulmuştu. O küçücük yüreğin sergilediği böylesi bir hayat dersi, ömrüm boyunca hafızamdan silinmemiş, o geceki görüntü göz bebeğimin üzerine kazınmışçasına, gözlerimin önünden gitmiyordu. O küçücük yaşıyla yaptığı fedakarlık karşısında, koca adam olmuş ben, çok daha fazlasını yapabilmeliydim.
Aradan geçen üç yılda, durumum biraz düzelmiş, kasabadan kendime bir ev kiralayarak Annemi de yanıma almıştım. Mevsim kış, ama artık ben hazırlıklıydım. Evimi ısıtacak odunumuz, bir miktar da erzakımız vardı. Dışarıda düne göre oldukça şiddetli bir rüzgar esiyordu. Sıkı, sıkı giyindim. Annemi uyandırmadan sessizce evi terk ettim.
Üç yılın sonunda artık yolları avucumun içi gibi öğrenmiştim. Evin önünde daha önce kürediğim karlar donmuş, üzerine yağan karlarla bir tuzak gibi örtülmüştü. Kaymamaya dikkat ederek ilerlerken, karşıdaki camiden yaşlı bilge amcanın çıktığını gördüm. Oturduğum evi de o bana bulmuştu, yaptığı iyilikleri anlatmakla bitiremezdim, hala babamın ruhunun bu amcanın kılığında dünyaya geri dönüp beni korumaya çalıştığını düşünüyordum.
-Selamünaleyküm. Dedi.
-Nereye bu ayazda, yoksa namaza mı başladın?
-Yok amca. Dedim. Her zamanki gibi okula gidiyorum.
-Ne okulu evladım, bu havada okul mu olur! Evine geri dön. Dedi. Sesindeki o müşfik ton yerini emreden bir sese terk etmişti.
-Havanın nesi var amca, alıştım artık merak etme, ben daha kötü havalarda da bu yolu aştım. Dedimse de dinletemedim. Yakama yapıştı, camiden çıkan birkaç kişi de onun tarafını tutunca, ben yalnız kaldım. O gün eve dönüp sobanın önünde, sevgili anacığımla keyifli bir gün geçirmek fena olmazdı... Bu ikilemim fazla uzun sürmedi, Sevgili Muhammet’in görüntüsü gözlerimin önünde belirivermişti. Yapamazdım, öğrencilerimin gözleri yolda beni bekliyorlardır. Sonra;
-Ne biçim öğretmenmiş! Dedirtmem kendime.
Bu düşünceler içindeyken köylüyü ikna etmenin imkansızlığını fark ettim.
-Tamam, tamam gitmiyorum, eve dönüyorum. Dedim. Yaşlı bilge gözlerimin içine bakarak, soran gözlerle;
-Bizi kandırmıyorsun değil mi, Öğretmen bey? Dediğinde onun tekin bir adam olmadığını düşünmeye başladım. En ikna edici ses tonumu kullanarak;
-Merak etme amcacığım, gitmem. Dedim. Amca yanıtımdan tatmin olmamıştı, belli etmemeye çalışarak, babacan bir tavırla;
-O zaman anlaştık. Annene söyle de bize bir şeyler hazırlasın, eve haber verip size kahvaltıya geleceğim. Dedi.
Böyle söyleyerek, misafirliğe geleceği için benim köye gitmemi engellemiş olacaktı. Yaşlı bilgenin benden cevap beklediğini görünce;
-Olur. Dedim.
Bu güne kadar yalan söylediğime tanık olmamışlardı. Bu cevabımla tatmin olmuş gibiydiler. Ben de herkes gibi evime doğru yöneldiğimde, geri dönmek için büyük bir gücün beni çektiğini hissettim. Evet görevimin başında olmalıydım, Beni beklerken bir başka öğrencim yollara düşebilir, öğretmenim nerede kaldı derken başına bir iş gelebilirdi. Biz burada ömrümüz boyunca karla mücadele ederken, iki damla kar yağdı diye, öğretmenimiz keyfinden fedakarlık edemedi. Zaten önceki öğretmen de yalancı evlilik yaparak tayin çıkartmamış mıydı... Söylenecekleri şimdiden duyuyor gibiydim.
-Yo, hayır. Ben arkamdan laf ettirmem. Cumhuriyetimin öğretmeni zorluklardan kolayca yılmamalıydı, buradaki insanların secde eder gibi değer verdiği “Devlet Adamı” imajını bozmaya hakkım yoktu. Gemisini ilk terk eden fare olmayacaktım. Aslanlar gibi köyüme gidip görevimi yapacak, Devlet Adamının nasıl, her şartta görevini yerine getirdiğini gösterecektim. Devletim benim yüzümden eleştirilemeyecekti!
Evin önünde durup etrafa bakındım; sorun yoktu, herkes evine yollanmıştı. Olabildiğince kendimi gizleyerek köy yoluna doğru seğirttim. Tipi giderek şiddetini arttırıyordu. Bu dereleri tepeleri daha önceleri ne kadar rahat aşıyordum, sanki bildiğim yollar gitmiş yerini; aşmak için ecel terleri döktüren akabeler almıştı... Tipi: bir adım önümü göstermez hale geldiğinde, elbiselerim artık tek parça buz kesmişti, beni ısıtmak bir yana dursun, kıvrımları vücudumu bıçak gibi kesmeye başlamıştı. Köylüleri dinlememekle iyi etmemiştim. Ama sanki birazdan köyü, sonrada okulumu ve öğrencilerimi karşımda bulacakmışım gibi hissediyordum. Bu kadar yol geldikten sonra geri dönemezdim.
Hava iyice kötülemişti, ayak parmaklarımı epeyidir hissetmiyordum, yüzümde binlerce karınca geziniyor gibiydi, burnumdan soluduğum hava, anında bir buz parçasına dönüşüyordu.
Yorulduğumu hissediyorum ama yol bir türlü bitmek bilmiyordu. Şu iki kaya kütlesinin arasında biraz dinlense miydim? Yok hayır, daha önce duymuştum; insanın vücudu donmaya başlarken önce uyku basarmış. Uyumamalıydım! Artık eskisi kadar hızlı düşünemiyordum, kafayı üşütmek dedikleri bu olsa gerek, köye sağdaki patikadan mı gidiliyordu? Tanıyamıyordum, yüzlerce defa gittiğim yol bana yabancı olmuştu, sanki ilk defa bu yoldan geçiyordum! Bu ağaç daha önce de burada mıydı...
Havada helezonlar çizerek savrulan kar taneleri, yüzümü jilet gibi kesiyordu. Saat epeyi ilerlemiş olmasına rağmen kalın bulut tabakası, güneşin yeryüzüne inmesini engelliyordu. Uyku dayanılmaz bir şekilde bastırıyordu. Geciktim! yavrularım, öğrencilerim, minik Muhammet şimdi merak içindedir. Yine bir çılgınlık yapıp bu havada beni aramaya çıkabilir, bir an önce köye ulaşmalıyım!
-Kim o! biri mi var orada? Muhammet sen misin? Ne o elindekiler yine yakacak mı topladın öğretmenine. Bak ellerin üşümüş, tıpkı benim gibi, ver avuçlarıma alayım ısınsın biraz. Ne oldu? Nereye kayboldun? Gitme! Öğretmenini yalnız bırakma! Yo, yoo çabucak git, gitmelisin sen, beni merak etme, koskoca öğretmen olmuşum “devlet adamı”yım ben, bana hiçbir şey olmaz, hiç merak etme sen.
-Bu ne kalabalık? Ne oluyor orada? Çavreş sen misin? Amcan mı yolladı seni ? Git ona, merak etmesin beni, bu yolları öğrendim artık.
-Baba sen, sen de mi geldin?
-Ne annem de mi yanında! Çağırın, ne olur çağırın anne mi, yanıma gelsin. Başımı dizine koyacağım, üşüyorum anne üstümü ört, uyuyacağım...
-Baba bana türkü söyle ...
-BENİ TÜRKÜLERDE SÖYLEYİN.
-Uykum var Anne, uyuyacağım! Bana ninni söyle...
-BENİ NİNNİLERDE SÖYLEYİN.


İşl. Uzm. Ecz. İbrahim YAVUZ
[email protected]

Önceki Uzm.Ecz.İbrahim YAVUZ Yazıları